Hakkımda

9 Ocak 2013

Terzi



Beyoğlu'nun arka sokaklarında yer alan bu salaş ocakbaşına ilk gelişimdi. Mekana girmek için birkaç basamak inmek ve başımı vurmamak için de hafifçe eğilmem gerekti. Restoranın en deneyimli personeli Rıza Abi, şef garson sıfatıyla bizi kapıda karşıladı ve masamıza kadar eşlik etti.

Beni bu lokantaya, çalıştığım altın firmasının ihracat müdürü Avni Bey getirmişti. Bazı zamanlar, paydos saatine yakın, hem kafa dağıtmak, hem de laflamak için yanıma kaçardı. Ofisimiz iki katlıydı, benim odam birinci katta, onunkisi de ikinci kattaydı. Konuşmalarımız genellikle siyaset üzerine olurdu. Fanatik CHP'li bir anne tarafından büyütülmüş, laik bir çevrede yetişmiş, sonrasında ise, dinci muhafazakar olarak tanımlanan bir partiye oy veren, liberal bir yurttaş olarak tanımlıyordu kendisini. Sanırım, onu yargılamadan anlamaya çalışmam hoşuna gidiyordu. Bazı şirket toplantılarında, artık iş tartışmaları bitip geyik muhabbeti başladığında, bu işyerinde onu bir tek benim anladığımı söylerdi. Gerçekten de, hem iş hem de dünya görüşü olarak çok ortak yanımız vardı.

'Zaman geçirme' muhabbetlerimizden birinin sonunda, beni yemeğe davet etti. Okul arkadaşlarıyla her ayın ilk perşembesi, daha önce gitmedikleri, kıyıda köşede kalmış ama lezzet olarak da belli bir çıtanın üzerindeki restoranlardan birine gitmeyi adet edinmişlerdi. Bu buluşmaların bazı kuralları vardı. Mutlaka en az üç kişi olmalı, ama bu sayı altıyı geçmemeliydi. Dileyen, eğer o akşamki katılım adeti uygunsa, muhabbete uyum sağlayacak arkadaşını getirebilirdi. Eşli katılım yasaklanmıştı. Siyaset öncelikle güncel gelişmeler üzerine konuşulabilirdi ama kimse kimseye sinirlenmeyecek ve fikrinin herkes tarafından onaylanması için ısrar etmeyecekti. Birbirlerini yirmi yıldan fazla tanıdıkları için bu sorunları, benim gözlemime göre çoktan aşmışlardı. Küçük yaşlarda başlayan dostluklar, insanların bütün hallerine vakıf olunca daha samimi gelişiyor ve kökleşiyor.

Nuri Bey'i de o akşam tanıdım. Jöleli saçları, üzerine oturan ceketi ve elinde purosuyla bana Mad Man dizisindeki Don Draper karakterini hatırlattı. Akşamın başında, sanki ocakbaşında olmaktan rahatsız bir hali vardı. Bir duble rakıdan sonra biraz biraz kendine geldi ve muhabbete daha çok katılmaya başladı. Etleri de beğenmişti, yavaş yavaş önyargılarından sıyrılıyordu. İkinci dublenin sonuna doğru, resmi havasından sıyrılıp ceketini bile çıkardı. O zaman gömleğinin sol göğsündeki N.B. harfleri dikkatimi çekti. Dış görünüşüne önem veren bir insanın, gömleklerinin de özel dikim olması çok normaldi.

Göğsündeki harfleri gösterek ' takım elbisesini' de diktirip diktirmediğini sordum.  Yüzünde hafif bir gülümseme, gururla karışık "tabii ki" dedi. Sonrasında da terzisini övmeye başladı. Takım elbiselerinin modellerini, ünlü ve pahalı markaların kreasyonlarından seçiyormuş. Varsa katalogtan yoksa da bir bilgisayar çıktısıyla terzisine götürüp siparişi veriyormuş. Elinin çok maharetli olduğunu, zahmetli modellerin bile rahatlıkla üstesinden geldiğini söylerken çocuğunun başarısından gururla bahseden bir veli gibiydi.

Elimde babamın birkaç sene önce vermiş olduğu koyu gri renginde bir kumaş vardı. Çapa'daki, Şehremini'deki neredeyse bütün terzileri dolaşmış fakat takım elbise dikenini bulamamıştım. Hepsi, sökük dikmek, paça düzeltmek, boy kısaltmak gibi çok zahmet gerektirmeyen işler yapıyorlardı sadece. İçlerinden bir tanesi, 'yeni yetişenlerde sabır yok bey, sabır olanlarda da göz kalmadı' demişti. Babamın, kumaşı bana verirken, ilk harfinden başlayarak 'İngiliz' olduğunu vurgulamasını bütün netliğiyle hatırlıyordum.

Kumaşlardan çok anladığımı söylemem ama elimi üzerinde gezdirdiğimde, diğerlerine göre daha yumuşak olduğunu söyleyebilirim. Ama belirleyici, dikkat çekici bir rengi yoktu, her erkek mağazasında bulunabilecek bir tonu vardı. Ama sonuçta babamın hatırı olsun, ve kumaşı üzerimde takım elbise halinde görünce, gözlerinin parıltısına tanık olabilmek için, bir terzi bulmak istiyordum.

Gecenin sonuna doğru samimiyetimiz artmış, beyler ortadan kalkmış ve isimlerimizle birbirimize hitap etmeye başlamıştık. Bu samimiyetten faydalanıp terzi konusunda ondan yardım istedim. Ertesi akşam için terziye gitmek için sözleştik. Nuri ertesi sabah terzisini arayıp benim için randevu alacağını söyledi.

Terzi, Talimhane'nin Dolapdere'ye bakan kısmındaydı. Vitrini, kaldırım seviyesinin biraz üstündeydi. Yolun karşısından, 'elbiseleriniz itinayla dikilir' levhasını görebiliyordum.

Açıkçası boynunda mezura, kumaş parçalarının arasında, ellili yaşlarında, kır saçlı biriyle tanışacağımı hayal etmiştim. Terzi hatta artık terzim demeliyim, bu tanımın tamamen dışındaydı. Kırklı yaşlarında, saçlarına henüz çok kır düşmemiş, yelekli ve kravatlı bir beydi. Bizi içeri, ofise davet etti. Ölçüm alınmadan bir kahve ikram etmek istemişti. Dükkana, dışarıdan, vitrininin içinden bakıldığından genişçe bir oda gözküyordu. Ben, dükkanın sadece bu gözüken odadan ibaret olduğunu düşünmüştüm. Halbuki içeride üç tane daha oda varmış. Biri terzimin makam odası, biri prova odası, diğeri de çalışma odası. Makam odasında kahvemizi içerken, çalışma odasında iki tane yamak kumaşlarla uğraşıyordu. Terzimin oldukça ilginç bir hayat hikayesi vardı. Dedesinin iki dükkan yanında bir yedek parçacı dükkanı varmış. Şu an bulunduğu dükkanın sahibi de dedesinin en iyi komşularından birisiymiş. Dedesini ziyarete geldiği zaman muhakkak 'terzi dedesine' uğrar, hediyeleriyle şımartılmak hoşuna gidermiş. Terzi dedesi ona, çikolata, sakız değil de, onun için kendi elleriyle diktiği pantolonlar, gömlekler verirmiş. Bu ilgisinin nedeni bir erkek çocuğu ve torunu olmadığı içinmiş. Bu hediyelerle derinleşen ilişkileri, onun modaya ilgi duymasına, dükkanda daha fazla zaman geçirmesine ve nihayet moda üzerine okumaya karar vermesine kadar ilerlemiş. Sonrası malumunuz, dükkan tabii ki ona kalmış.

Bu hikayeyi dinleyince, İstanbul'daki en iyi terziyi bulduğumu düşündüm. Bunca yıl süren arayış, babamla arzuladığımız bir sonla bitmişti.

Ölçüm alınıp model üzerinde konuştuktan sonra, Nuri'yle beraber, Beyoğlu'nda bir kaç tek atmak için dükkandan ayrıldık. Meydan düzenleme çalışmaları neredeyse dükkanın önünden başlıyordu ve her yer çamur içinde kalmıştı. Delicilerin uğultusunun, kazma seslerinin arasından, demir köprünün üzerinden Talimhane'den meydana geçtik. Amacımız bir iki tek atıp, muhabbeti fazla uzatmadan eve kaçmaktı. Bunun için, arada iş arkadaşlarımla takıldığım bara gitmeye karar verdik.

İçeri girdiğimizde, nerede oturacağımızı kararlaştırıken, muhasebe müdürümüz Perihan'ı barda oturmuş bir arkadaşıyla sohbet ederken gördüm. Perihan için dengesiz bir kişiliğe sahip diyebilirim. Bazı günler en yakın arkadaşıymışçasına samimi konuşur, kenarda kalmış sırlarını paylaşır, bazı günler de, özellikle sabahları, koridorda karşılaştığınızda yüzünü kaçırır günaydın bile demezdi. İşe elinde Radikal gazetesi, kulağında beyaz iphone kulaklıkları ile gelirdi. Fulya'da tek başına yaşıyordu. Başından bir evlilik geçmiş, bu yüzden de sanki hayata biraz küsmüştü. Sevgilisi yoktu, eğer olsaydı, sırlarını paylaştığı anlarda eminim ki bana söylerdi. 

Barda beni gördüğünde gözleri parladı. Onu doğru zamanda yakalamıştım, hayata küskün değildi. Yanında da üniversiteden arkadaşı Banu vardı. Üniversite'den, müzikten, filmlerden hatta futboldan bile konuştuk. Ben o gece yorgun hissettiğim için erken ayrıldım yanlarından. Israr etmişlerdi kalmam için, açıkçası muhabbet de güzeldi ama aydınlatmanın yeterli olmadığı yerler beni çabuk yorduğu için erken ayrılmıştım. Mekan aydınlatmasıyla ilgili bu ufak sırrımı onlarla paylaşmadım.

Sanırım bir hafta sonra Perihan'la ofisin yemekhanesinde karşılaştık. Ben ofis yemeklerini beğenmediğim, çevredeki lokantaları tercih ettiğim için, birebir çalışmadığım kişilerle çok nadir karşılaşıyorum bina içinde.

Yemek masasında oturmuş salatasını yerken beni görünce gülümsedi. 'Yemeğini al gel, sana anlatacaklarım var' dedi. Hafifçe gülümsedim, ne söyleyeceğini tahmin etmiştim. Nuri ile sevgili olmuşlardı. Hatta herşey o gece başlamıştı. O kadar mutluydu ki, daha önce kendini hiç böyle hissetmemişti. Her aşık kadının söyleyeceği klişe cümleleri bana söylüyordu. Bu geçen sürede saçı, kıyafetleri, oturuşu, tavırları da değişmişti sanki, karşımda bambaşka biri oturuyordu.

Bunları söyleyince, öncelikle kılık kıyafetle ilgili olanlardan başladı. Terziye o da gitmişti, benim de gittiğimi biliyordu. Nuri onu şımartıyordu, kendi beğendiği modelleri Perihan için diktirmeye başlamıştı. Sanki sevgilisini baştan yaratmak istiyordu.

Sonraki günlerde, bu değişimi görebilmek için yemekhanede yemek yemeye başlamıştım. Perihan hergün, alışık olduğumuz çizgisinin dışında kıyafetlerle gelmeye başlamıştı. Bu durum Nuri'nin yakın arkadaşı, firmamızın ihracat müdürü Avni Bey'i rahatsız etmeye başlamıştı. Galiba bu ilişkiden memnun değildi. Onları tanıştıran kişi olduğum için sanırım bana da sinirliydi. Artık 'zaman doldurma' muhabbetlerine gelmez olmuştu. Birkaç kere ben onun yanına gitmiştim, bu sefer de yoğunluğunu bahane ederek benimle ilgilenmemişti.

Birkaç hafta sonra Perihan işten ayrıldı. Bana veda etme nezaketi bile göstermedi. Nereye gideceğini, ne yapacağını kimse bilmiyor sadece yurtdışına gidebileceğini düşünüyordu yanında çalışan kız. Perihan'ın değişimindeki bu hız çok garip gelmişti. Avni'yi en tatlı zamanında yakalayıp Nuri'yi sorduğumda, artık konuşmadıklarını söyledi. Benim telefonlarımı da açmamıştı. Doğrusu bu durum inandırıcı gelmiyordu. İnsan çocukluk arkadaşıyla ilişkisini keser miydi?

Bu ilişkinin gizemi, beni hırslandırmıştı. Terzimden birşeyler öğrenebilmek umuduyla, gömlek diktirme bahanesiyle, iş çıkışı dükkanına uğradım. Yamakları, yeni bir iş için İtalya'ya gittiğini, orada bir butik açmak üzere olduğunu ve bir müddet Türkiye'de olmayacağını söylediler. Çocuklar çok ısrar etse de, o olmayınca gömlek diktirmekten vazgeçip dükkandan çıktım.

Herşey yine eski rutinine dönmüş, hiçbir şeyi merak etmeden, heyecanlanmadan hayatıma devam ediyordum. Avni'yle de aramız düzelmişti, siyaset konuşmaya başlamıştık. Nuri'yle o günden sonra hiç görüşmemişti. Sanırım görüşmek de istemiyordu, ben de hiç ondan bahsetmiyordum. Siyaset bize yetiyordu, ikimiz de ülkemizden umutluyduk.

Haftalar sonra, Beyoğlu'nda yağmurlu bir günde, aceleyle Yeşilköy dolmuşlarına koşarken birine çarptım. Başımı kaldırdığımda, karşımdaki Nuri'ydi. Ağzımdan 'nerelerdeydin' lafı çıkmadan, 'onunla İtalya'ya gitti' dedi. Lafını zor bitirdi. Jilet halinden eser kalmamıştı. Eskiler 'gözlerinin feri gitmiş'derler bu tür insanlar için.

Arkasından koşup yetişsem ne diyecektim ki? Belki de yapmam gereken oydu. Yağmur devam ediyordu, adımlarımı hızlandırıp dolmuşa yürümeye devam ettim.